Külli ve Cüz’i İrade

 

 

 


Sözlükte "seçmek, istemek, yönelmek, tercih etmek ve karar vermek" anlamlarına gelenirade terim olarak, "Allah'ın veya insanın ilgili seçeneklerden birini seçip belirlemesi, tayin ve tahsis etmesi" diye tanımlanır.
 
Allah'ın iradesi ezelîdir, sonsuzdur, sınırsızdır, herhangi bir şeyle bağlantılı değildir ve mutlaktır. İnsanın iradesi ise sonlu, sınırlı, zaman, mekân vb. şeylerle bağlantılıdır. Evrende meydana gelen her olay ve varlık, Allah'ın tekvînî (oluşumla ilgili) iradesi ile meydana gelir. Kul da Allah'ın kendisine tanıdığı sınırlar içinde fiilini seçer. Kulun fiilinde hür olması demek, hürriyetine inanması, fiili yaparken herhangi bir baskı altında olmadığını kabullenmesi demektir.
 
Cüz’i İrade: “Allah tarafından insana verilen, dilediği gibi hareket edebilme yeteneği ve seçme serbestliğidir.”
 
Biraz daha bu kavramı açarsak; Allah insana okuma, yazma, koşma, yemek yeme, içme, oturma gibi birçok kabiliyetler vermiştir. Bu kabiliyetlerin her birine “külli irade” denilir. Burada geçen “külli irade” tabirini, Allah’ın “külli irade”siyle karıştırmamak gerekir.
 
Allah’ın “külli iradesi”: “Allah’ın dilediği her şeyi yapabilmesi ve emrinin önüne hiçbir şeyin geçememesidir.”
 
İnsanın “külli iradesi”: Kendisine verilen yeteneklerdir. İşte insan, o yeteneklerden bir tanesi ile bir işe yöneldiğinde o “külli irade” artık cüz’ileşmiş olur. Buradaki “cüz’i” ifadesi “ufaklık” manasında olmayıp, “belirlilik” manasındadır. Yani yapabileceğimiz yüzlerce alternatiften bir anda sadece bir şeyi seçebilmemizdir.
 
Mesela, insanda yemek yeme kabiliyeti vardır. Bu “külli iradedir.” İnsan bu kabiliyeti ile simit yemeğe başladığında artık bu kabiliyeti cüz’ileşmiş olur. Artık insan kendindeki külli iradeyi belli bir yönde kullanmış ve simit yemeğe başlamıştır. İşte buna “cüz’i irade” denilir. İnsan burada serbesttir. Simit yiyebileceği gibi bir haramı yemeyi de tercih edebilir. Zaten onu mesul eden, ona bu tercih yetkisinin verilmesidir.
 
İnsanın fiilleri, zorunlu (ıztırarî) fiiller ve ihtiyarî (iradeli) fiiller olmak üzere ikiye ayrılır. Nefes alışımız, kalp atışımız, midemizin sindirimi gibi zorunlu ve refleks hareketlerimizin oluşturduğu fiillere ıztırarî fiiller adı verilir. Bunların oluşumunda insan iradesinin herhangi bir rolü yoktur. Dolayısıyla da insan bu fiillerden sorumlu değildir.
 
Yazı yazmak, oturup kalkmak, namaz kılmak veya kılmamak, hayır veya şer, iyi veya kötü bir şey işlemek gibi hür irademizle seçerek yaptığımız fiiller ise iradeli fiillerimizdir. İradeli fiillerimizin oluşumunda herhangi bir baskı ve zorlama altında değilizdir. Her ne şekilde olursa olsun bizi ve yaptıklarımızı yaratan Allah Teâlâ olduğu için, bizim her iki çeşit fiilimizi yaratan da Allah Teâlâ'dır.
 
Ehl-i sünnet'e göre kulların fiillerini onların iradeleri doğrultusunda yaratan Allah olduğu için, yaratma sıfatı Allah'tan başka bir varlığa verilemez. Bu sebeple kulun, fiilini kendisinin yarattığı ileri sürülemez. Çünkü bir âyette "Allah her şeyin yaratıcısıdır..." (ez-Zümer 39/62) buyurulmuştur. İnsanın fiili de şey kapsamındadır. Şey somut varlığı olan demektir. O halde insan fiilinin yaratıcısı da Allah Teâlâ'dır.
 
Buna göre insan, hür iradesi ile fiili seçer, gerekli gücü sarfeder, Allah da onun neyi seçeceğini ezelî ilmi ile bilir, bu ilmine göre irade ve takdir buyurur ve bu iradesi doğrultusunda yaratır.
 
Cüz’i irade ; “ihtiyâri fiiller” dediğimiz bu kısım fiillerdeki tercih kabiliyetimizdir.
 
Yaratılması cihetiyle ıztırâri fiillerde olduğu gibi, ihtiyâri fiilleri de yaratan Allah’tır. Fakat ihtiyâri fiil ve hareketlerimizde talebimiz söz konusudur. İşte bu talebe“cüz’i irade” denir. Demek ihtiyâri fiillerde insan; talep edendir, Allah ise; fiili yaratandır.
 
İşte insan bu talebi sayesinde itaatkâr veya isyankâr olur. Başka bir ifadeyle, insanın iradesi fiilin vasfına, Allah’ın kudreti ise fiilin aslına taalluk eder.
 
   Mesela, yazı yazma fiilinin aslını yaratan Allah’tır. Yazılan, sevap bir şey olabileceği gibi, günah bir yazı da olabilir. Birinci halde yazının faydalı olduğundan, ikinci halde ise zararlı olduğundan bahsedilir. İşte yazı yazma fiilinin faydalı ve zararlı olmasına insan karar vermektedir. İnsan neye karar vermişse, Allah da yazıyı onun kararına göre yaratmaktadır. Ve onu mesul eden de bu tercihi ve kararıdır.
 
Şimdi cüz’i iradenin mahiyetini üç farklı misal ile anlamaya çalışalım:
 
 
 
1. MİSAL:
 

 

 


Bir padişahın misafirhanesinde bulunduğumuzu farzediyoruz. Bu misafirhanenin her katında ayrı ayrı nimetler ve ihsanlar sergileniyor olsun. Ve yukarıya doğru çıktıkça bu nimet ve ihsanların çoğaldığını görüyoruz. Bu misafirhanenin alt katında ise nimete mukabil cezanın, ihsana mukabil de azapların olduğunu farzediyoruz...
 
Yukarı katlara çıkmak için de, aşağı katlara inmek için de tek yol; asansöre binmek ve ulaşmak istediğimiz katın düğmesine basmaktır.
 
Şimdi bizler asansördeyiz ve asansörü üst katlara çıkaran düğmesine bastık. Asansör bizi o kata çıkarttı. Ya da bizi aşağı katlara indirecek bir düğmeye bastık ve asansör bizi o kata indirdi. Ayrıca şunu da unutmamak gerekir ki; üst katlara çıkmak için bir düğmeye basan kişi, dilerse fikrini değiştirip, kendisini alt kata indirecek bir düğmeye basabilir ve alt katlara inmeye başlar. Ya da alt katlara kendisini indirecek bir düğmeğe basan kişi dilerse ve daha yolculuğu bitmemişse, asansörün üste çıkartan düğmelerinden bir düğmesine basarak, üst katlara ulaşabilir.
 
 

 

 


Şimdi durumumuzu inceleyelim: Asansörü biz yapmadık ve onu kendi kuvvetimizle hareket ettirmiyoruz. Ancak asansör de kendi kendine hareket etmiyor. Biz irademizi kullanarak bir düğmeğe basıyoruz ve asansör bizi o kata ulaştırıyor.
 
O halde: “Asansörü ben hareket ettiriyorum ve asansör benim kuvvetimle çalışıyor.” diyemeyeceğimiz gibi, “Bu asansör kendi kendine hareket ediyor, dilerse beni üst kata, dilerse beni alt kata indiriyor, elimde hiçbir şey yok.” da diyemeyiz.
 
Evet, birinci sözü söyleyerek, asansörü kendi kuvvetimizle hareket ettirdiğimizi iddia edemeyiz. Çünkü asansörü hareket ettirmek ve onu icat etmek için gereken kuvvetin binde biri değil, milyonda biri bile bizde yoktur. Değil asansörü kendi kuvvetimizle hareket ettirdiğimizi iddia etmeyi, belki ona binmemiz bile kendi kuvvetimizle olmamıştır. Bu misafirhanenin merhametli sultanı bizi, hiçbir kuvvet ve müdahalemiz olmaksızın bu asansöre bindirmiştir. Bizler bu sözü söyleyemeyeceğimiz gibi, ikinci söz olan, “asansörün hareketinde hiçbir müdahalemizin olmadığını, asansörün kendi isteğine göre bizi dilediği katlara çıkardığını” da iddia edemeyiz.
 
Zira asansör, bizim bastığımız ve çıkmak istediğimiz kata bizi çıkarmaktadır. Bizi, istemediğimiz ve düğmesine basmadığımız hiçbir kata çıkartmamaktadır.
 
O halde en doğru söz şudur:
 
“Asansörü biz hareket ettirmiyoruz ve asansör bizim kuvvetimizle çalışmıyor, ancak biz asansörün çıkacağı ve ineceği katları irademizle belirliyor ve düğmeye basıyoruz.”
 
O halde çıkacağımız ve ineceğimiz katı biz tayin etmiş olmaktayız. Asansör ise bizim tayinimize ve talebimize göre hareket etmektedir.
 
Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına:
 
Bu misaldeki misafirhane; bu dünyadır ve şu güzel âlemdir.
 
Misafirhanenin sahibi ise; ezel ve ebedin sultanı olan Allah’tır.
 
Misafirhanenin üst katı; bizi cennete ulaştıracak ameller, alt katı ise; bizi cehenneme düşürecek günahlardır.
 
Asansör ise: Allah’ın irade ve kuvvetidir…
 
Asansörün düğmesine basmak ise, Allah’tan o fiilin yaratılmasını istemektir. İşte bu cüz’i iradedir... Cüz’i irademizle Kur’an’ın başına oturduğumuzda ve Kur’an okumayı talep ettiğimizde, Allah da kuvvetiyle “Kur’an okumak” fiilini yaratmaktadır. Yani biz bu halde iken, asansörün üst düğmesine basmış ve asansör de bizi o kata çıkartmıştır. Ağzımızın hareketinden tutun, okuduğunuz Kur’an’a kadar her şey Allah’a aittir. O’nun yaratması ve icadı ile meydana gelir. Bize düşen tek şey, bu vaziyetin yaratılmasını tercih ve talep etmemizdir. Bu tercih ve talep etmeye “cüz’i irade” denilir.
 
Eğer biz Kur’an’ın başına oturacağımıza, okunması haram olan bir kitabın başına oturmuş olsaydık, bu sefer cüz’i irademizle asansörün alt katlarına indiren bir düğmeye basmak gibi, o fiilin Allah tarafından yaratılmasını talep etmiş olacaktık ki, Allah da imtihan dünyası olmasından dolayı bu fiili yaratacaktı.
 
Allah’ın yaratması, bizim isteğimize, yani cüz’i irademize tabi olduğundan dolayı biz mesul olmaktayız. Gerçi birçok defa Allah’ın rahmetinden dolayı o günahı yaratmadığı ve o günahla aramıza girdiği de gözükmektedir.
 
2. MİSAL:
 

 

 


Bir rıhtımda padişahın gemilerinin dizildiğini ve karşısında iki adanın olduğunu farzediyoruz. Padişah, kaptanların sağdaki adaya gitmelerini emretmiş ve soldaki adaya gitmelerini yasaklamış olsun. Kaptanları, emrine itaat hususunda bir imtihana tabi tutan padişah, imtihanın bozulmaması için de soldaki adaya gidenlere mani olmasın. Gemiler aynı cihazlarla donatılmış ve her iki adanın yolu da açık tutulmuş olsun. Diğer taraftan, gemilerin seyahati için gerekli her türlü ihtiyaç ve yakıt yine padişah tarafından temin edilsin. Kaptanın burada yapacağı tek şey, dümeni çevirmek ve gideceği adayı seçmektir. Onu o adaya ulaştıran gemi de, geminin hareketi de sultana aittir.
 
 
 
Eğer o kaptan padişahın emrine uyarak, sağdaki adaya giderse, orada çeşit çeşit sofralarla, nimetlerle karşılaşacaktır; eğer sol taraftaki adaya giderse, vahşi canavarların hücumuna hedef olacak ve görevli memurlar tarafından çeşitli cezalara çarptırılacaklardır.
 

 

 


Her bir kaptan, padişahın dümenci bir neferi olarak gemiye rota verme ve istediği adaya gidebilme durumundadır. Bir kaptan hangi adaya gitmek isterse, gemi onun vereceği rota ile oraya yönelecek ve deniz, gemiyi o adaya kadar sırtında taşıyacaktır.
 
 Şunu da belirtelim ki; kaptan yolculuğun her anında rotayı değiştirme hakkına sahiptir. Mesela, sol adaya doğru yol alırken, rotasını sağ adaya, ya da sağ adaya doğru yol alırken rotasını sol adaya çevirebilir.
 
 Şimdi durumu inceleyelim: Gemiyi kaptan kendi kuvveti ve gücüyle hareket ettirmemektedir. Zira geminin hareketi için gerekli kuvvet onda olmadığı gibi, geminin ihtiyaçlarını da tek başına karşılaması mümkün değildir. O, ne gemiyi yapmıştır, ne denizin sahibidir, ne de gemideki diğer aletlerin…
 
Bunların hepsi sultana aittir. Bununla birlikte gemi de kaptanın iradesi olmaksızın tek başına hareket etmemektedir.
 

 

 


Kaptanın tercihi gemiye yön vermektedir. Şimdi kaptan şunu diyemez: “Bu gemiyi kendi kuvvetimle idare ve sevk ediyorum.” Zira buna gücü yetmez.
 
Ancak şunu da diyemez: “Gemi benim irademin dışında yol alıyor, istediği adaya beni zorla götürüyor, ben geminin hareketinden mesul değilim.” Evet, bunu diyemez, zira gemi onun tercihine göre yol almaktadır. O halde en doğru söz şudur: “Ben geminin ve içindeki cihazların sahibi değilim, onlar sultanımındır. Ben sadece bu gemiye rota belirleyen dümenciyim. Lakin öyle bir dümenciyim ki, geminin her hareketi benden sorulacak; çünkü gemi o hareketi benim talebim ve isteğim ile yaptı.”
 
Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına:
 
Misaldeki rıhtım; bu dünyadır.
 
Sultan ise, Sultan-ı Kâinat olan Allah’tır.
 
Her bir gemi, insandır.
 
O gemideki cihazlar; insana takılan duygu ve azalardır.
 
O iki ada ise; sağdaki cennet ve cennete götüren amellerdir; soldaki cehennem ve cehenneme götüren amellerdir.
 
Kaptanın gemiye rota vermesi ve dümeni çevirmesi ise; cüz’i iradedir.
 
Evet, insanın bedenindeki her aza ve hücre, kâinattaki her bir sistem ve küre, Allah’ın irade ve kudretiyle vazife görmekte ve hareket etmektedir. Fakat insan, ihtiyâri fiillerinde eli kolu bağlı bir kaptan gibi, hadiselerin denizine atılmış değildir. Vücut gemisinin hareket adasını kendi cüz’i iradesiyle tayin ve tespit etmektedir. Böylece gideceği menzile kendisi karar vermektedir. İşte bu karar verme yeteneğine; “cüz’i irade” denilir.
3. MİSAL:

 

 


Bir çocuğun, bir pehlivanın sırtına bindiğini farzediyoruz... Karşılarında da iki tane dağ var. Sağ taraftaki dağ da; lezzetli yiyecekler ve her türlü nimet bulunurken, sol taraftaki dağda ise sadece dikenli yiyecekler ve vahşi hayvanlar bulunuyor olsun.
Bu iki dağdan birisine çıkacak olan çocuğun, kendi kuvveti tek başına bu dağlara çıkmaya yetmeyeceği için, bir pehlivan onu sırtına almış ve çocuğun arzusuna göre hareket ederek onu istediği dağa çıkartacak olsun.
Şimdi bu çocuk, her şeyiyle güzel olan sağdaki dağa çıkmak yerine soldaki dağa çıkmayı arzu etti ve o dağa kendisini çıkartmasını pehlivandan istedi. Pehlivan da onu, o dağa çıkardı. Ve arzusunun bedeli olarak, o dağa çıktıktan sonrada yüzlerce elemle ve korkuyla baş başa kaldı.

 

 


Şimdi durumu inceleyelim: Çocuk kendi kuvvetiyle o dağa tırmanmadı; zaten gücü ve kuvveti tek başına o dağa çıkmaya da yetmez. Ancak pehlivan da onu zorla soldaki dağa çıkarmadı. Eğer çocuk sağdaki dağa çıkmak isteseydi, pehlivan da onu sağdaki dağa çıkarırdı. Nitekim birçoğunu sağdaki dağa çıkarmıştır. O halde çocuk; ne kendi kuvvetiyle dağa çıktığını iddia edebilir, ne de pehlivanın zorla kendisini soldaki dağa çıkardığını söyleyebilir. Çocuğun söyleyeceği en doğru söz şudur:
“Evet, ben dağa kendi kuvvetim ile çıkmadım, beni bu dağa pehlivan çıkardı. Ancak pehlivan benim irade ve arzumu hiçe sayarak bunu yapmadı. Bilakis o benim talebime uydu. Ben, onun beni soldaki dağa çıkarmasını istedim, o da bunu yaptı. Bu dağa çıkmaktaki bütün mesuliyet benimdir.”
Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına:Misaldeki sağ dağ; Cennet ve ona götüren salih amellerdir.Sol dağ ise, cehennem ve cehenneme götüren kötü amellerdir.O çocuk ise, biziz ve insandır.Pehlivan ise, Allah’ın kudreti ve kuvvetidir.Evet, biz fiillerimizi Allah’ın kudretine dayanarak işleriz. Misaldeki çocuğun pehlivanın sırtına binmesi gibi, biz de kudret-i İlahiyyeye dayanarak işleriz. Çıkmak istediğimiz tepeye bizi çıkarmasını ve yapmak istediğimiz ameli yaratmasını Allah’tan talep ederiz. İşte bu talebimiz cüz’i iradedir. Allah da, biz neyin yaratılmasını istemişsek, o fiilden razı olmasa da, imtihan sırrından dolayı yaratır. Burada biz, fiilin yaratılmasını talep edeniz; Allah ise, fiili yaratandır. Fiilin yaratılmasına bizim talebimiz ve isteğimiz sebep olduğundan dolayı da mesul oluruz.
O halde bize düşen, cüz’i irademizi hayırlı işlerin talebi için kullanmak ve Allah’tan cennet amellerini bizim için yaratmasını istemektir. Bu istek ve arzu, halis bir niyet ile buluştuğunda, bizleri cennete layık bir hale getirecektir.
Ne mutlu, kendisine verilen cüz’i iradeyi salih amellerin yaratılmasında kullanan ve onunla cennet amellerini işleyenlere. Ve yazıklar olsun, hayırları talep etmesi için kendisine emanet edilen bu cüz’i iradeyi, günahları kazanmak yolunda kullanarak, emanete ihanet edenlere…

1 yorum: