O zaman namaz kılan insan kaderinde namaz kılmak olduğu için namaz kılacak, günah işleyen ise kaderinde günah işlemek yazıldığı için günah işlemiş olacaktı.

Elbette
böyle bir mükâfat ve cezalandırmanın olması için de insanın hareketlerinde hür
olması gerekir. Adalet sahibi olan yüce Rabbimiz, hayır ve şer yolunu insana
göstermiş, fakat onu iki yoldan birini tercih etme hususunda serbest
bırakmıştır. Bu sözümüzü Kur’an-ı Kerim’den iki ayet ile teyit edelim:
“De ki Ey insanlar! Rabbinizden size hak
gelmiştir. Kim doğru yola girerse kendi lehine girmiş olur. Kim sapıklığa
düşerse o da kendi aleyhine sapmış olur.” (Yunus, 10/108)
“De ki, bu Kur’an: Rabbinizden gelen haktır.
Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” (Kehf, 18/29)
Görüldüğü gibi insan, Cenab-ı Hak tarafından
hayır veya şer yollarından herhangi birine gitmesi için zorlanmamış, kendisine
iki yol gösterilmiş ve istediği yola gitmek hususunda da serbest bırakılmıştır.
Zaten her insan hareketlerinde serbest olduğunu vicdanen bilir. Hiç bir baskı
ve tesir altında kalmadan istediğini yapabildiğine bizzat kendisi şahittirO zaman ise peygamberler göndermenin, kitaplar indirmenin anlamı da kalmayacaktı. Allah, Kur’an- Kerim’in pek çok yerinde kullarını tövbeye davet eder. Tüm bunlar gösteriyor ki; Allah, insana cüz’i irade vermiştir. Bu sebeple insan, iradesi ile yaptığı günahlardan sorumludur. Kul günah işler. Allah kulun günah işleyeceğini bildiği için onu kader defterine yazmıştır.
Böyle olunca, helal yolda kullanılması sıkı
sıkıya tembih edilen ve kendisine emanet olarak verilen vücut nimetini haramda
kullanan kimsenin hiçbir mazereti yoktur. Kendi iradesini kötüye kullandığı
için mesuliyetten kurtulamaz.
Kaderin mahkûmu olduğu için harama girdiğini
iddia eden bir insan, aynı suçu başkası işlediğinde hiç kaderi aklına getirir
mi?
Mesela, kaderin mahkûmu olduğu için hırsızlık
yaptığını söyleyen birinin evine bir hırsız girse ve değerli eşyalarını
toplamaya başlasa ve ona ne yaptığını sorduğunda, hırsız: “Kaderimde hırsızlık yapmak yazılıymış, ben
kaderin mahkûmuyum, ister istemez bu hırsızlığı yapacağım.” dese,
hırsızın eşyalarını toplayıp götürmesine müsaade eder mi?
Veya kaderin mahkûmu olduğu için katil
olduğunu iddia eden bir adam düşünün. Bu kimsenin çocuğunu birisi öldürmek
istese ve bunu kaderinde olduğu için yaptığını söylese, acaba bu şahsa karşı
tavrı ne olurdu?
Hem insanın kaderin mahkûmu olduğunu
düşünmek, bizi birçok çıkmazlara sokar. Şöyle ki: Eğer insan kaderin mahkûmu
olsaydı; hırsız kaderinde olduğu için çalacak, katil kaderinde olduğu için
öldürecekti. Bu ise teklif ve mesuliyeti ortadan kaldıracağından Allah
kullarına zulmetmiş olacaktı.
Hâlbuki insan ayağına taş bağlanıp denize
atılan ve sonrada “kurtul” denilen
bir canlı değildir... “Ben
kaderin mahkûmuyum!” diyerek işlediği günahı kadere yıkmaya çalışan
insan, aslında bu söz ile çok büyük bir cürüm işlemekte ve sonsuz adaletin
sahibi olan Allah’a zulüm isnat etmektedir. Hâlbuki Allah Adil-i mutlaktır ve zulümden
münezzehtir.
Hem eğer insan kaderin mahkûmu olsaydı,
iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak, itaat edene mükâfat, isyan edene ceza
vermek de manasız olurdu. Çünkü herkes kaderinin çizdiği yoldan gitmiş
olacağından, namaz kılan kaderinde olduğu için namaz kılacak, günah işleyen de
kaderinde olduğu için günah işleyecekti.
Böyle olunca onları irşat için peygamberler
göndermek, kitaplar indirmek de manasız olacaktı. Zira kaderlerinin kendilerini
kötülüğe sevk ettiği ve kaderin mahkûmu olan insanlara nasihatin bir tesiri
olmayacaktı.
Ayrıca Allah, Kur’an-ı Kerim’in birçok
ayetinde1, kullarını
tövbeye davet etmektedir. Eğer insan kaderinin mahkûmu olduğu için günah işleseydi,
onları tövbeye davet etmenin bir manası olur muydu?
İnsanın kaderin mahkûmu olmadığının bir diğer
izahı da; elinde olmayan şeyler sebebiyle ibadetin teklif edilmemesi ve
mesuliyetin kaldırılmasıdır.
Eğer insan kaderin mahkûmu olsaydı, böyle bir
ayrım yapılmazdı. Herkes, her halinde, işlediği fiilden mesul olurdu. Allah’a
ait olan haklarda insanlardan mesuliyeti kaldıran hususlar şunlardır: Delilik, bunaklık, unutkanlık, zorlama, hata
ve yanılma… 2
Netice olarak; bu durumlarda yapılan fiiller,
insanın kendi ihtiyarıyla olan şeyler değildir. Böyle olduğu için bu durumdaki
bir insandan mesuliyet kalkar. Eğer insan kaderin mahkûmu olsaydı bu
durumların, mesuliyetten hariç tutulmasına gerek kalmazdı.
Deli, akıllı, unutkan, uyuyan, yanılan herkes ayırt edilmeksizin bütün
insanlar mesul tutulurdu.
Acaba, başkalarının tehdidiyle ve
zorlamasıyla haram bir fiili işleyen bir kulu Cenab-ı Hak affederken, böyle
merhamet sahibi bir zata “Benim
kaderimi sen tayin ettin, sonra beni niçin cezalandırıyorsun?” diyerek,
rahmetini itham etmek; o rahmetten mahrum kalmaya sebep değil midir?
1 Âl-i
İmran, 3/135; Furkan, 25/70; Bakara, 2/220.
2 Buhârî,
Talâk, 11, İlim, 44, Şurût, 12, Enbiyâ, 27; Ebu Dâvud, Hudud, 17; Tirmizî, Hudud,1;
İbn Mâce, Talâk, 15-20,
Araçlar arasında geçmiş, gelecek gibi tabirler kullanılırken, yukarıda olan ve üç vasıtayı aynı anda aydınlatan güneşiçin zaman ifade eden bu tabirler kullanılmaz. Yani güneş şuna göre geçmiştedir, buna göre gelecektedir, denilemez. Çünkü güneş bu üç vasıtayı aynıanda aydınlatmakta, ışığı ile üçünü aynı anda kuşatmaktadır. İşte güneşin bu hali, yani yerdeki vasıtalar için geçerli olan zaman kaydıyla kayıtlı olmaması ve üç zamanı aynı anda kuşatması, ezeliyete misaldir.
Aynen bunun gibi, bizler de kâinatın yaratılmasıyla başlayan zaman yolunun bir noktasındayız. Bizden önce geçen herşey bize göre mazide, yani geçmişte kalmıştır. Bugünden, hatta bu andan sonraki zamanlar ve o zamanlarda yaratılacak mahlûklar ise, bize kıyasla istikbaldedir. Evet, şu anda bizim dedelerimiz geçmişte kaldılar. Hâlbuki bir zaman, onların dedeleri de istikbalden torun bekliyorlardı. İşte dedelerimiz, kendi dedelerine göre istikbal olan zaman diliminde bu dünyaya uğrayıp, teneffüs ederek, maziye döküldükleri gibi, dedelerimize göre istikbalde olan bizler de bir gün maziye döküleceğiz. Ve bize göre istikbalde olan torunlarımız hâle, yani şimdiki zamana çıkacaklar.
Görüldüğü gibi, geçmiş, gelecek ve hâl gibi tabirler bizler için kullanılmaktadır. Hâlbuki her şeyi ve zamanı yaratan Allah için mazi, hâl ve istikbal gibi kavramlar yoktur. O, misalimizdeki güneş gibi bütün bu zamanları aynı anda ilminin ışığı ile kuşatmıştır. O halde “Allah yazdı diye biz yapıyoruz.” denilemez, zira Allah ezeliyeti ile bütün zamanlarıaynı anda kuşattığından, bizim hür irademiz ile ne yapacağımızı bilmiş ve ne yapacaksak kader defterimize onu yazmıştır. Allah yazdı diye biz yapmamaktayız, bilakis biz yapacağımız için Allah yazmıştır.
Ezeliyet bahsini daha iyi kavrayabilmemiz için son bir misal daha vereceğiz. Zira ezeliyeti anlamak, kader meselesini anlamanın anahtarıdır. Kader bahsinde bocalamanın en birinci sebebi Allah’ın ezeliyet sıfatının anlaşılamaması ve Allah’ın zaman mefhumu ile kayıtlıolduğunun zannedilmesidir.
Bir şiirin tamamını bildiğiniz takdirde, sizin ilminizin, şiirin bütün mısralarına olan münasebeti aynıdır. Yani önceki misalde, güneşin üç vasıtayı aynı anda seyretmesi gibi, sizin ilminiz de bütün mısralara aynı anda vakıftır. Fakat şiirin mısraları için, kendi aralarında öncelik ve sonralık söz konusu olmaktadır. Mesela, altıncı mısra, dördüncü mısradan sonra, onuncu mısradan ise öncedir. Siz şiirin ilk beş mısrasınıyazıp, altıncıyı yazmaya başladığınızda, artık beşinci mısra mazide kalmış,yazılmıştır. Altıncı mısra ise hâl de yani şimdiki zamandadır. Onuncu mısra ise henüz istikbaldedir. Yani daha vücuda gelmemiş ve yazılmamıştır. Hâlbuki vücuda gelmeyen bu onuncu mısra sizin ilminizde mevcuttur. O halde öncelik ve sonralık sizin ilminiz için söz konusu değildir.
Aynen bunun gibi; 19. asır ve o asırda yaşayanlar, 18. asra ve bu asırda yaşayanlara göre istikbalde, 20. asra göre ise mazidedir. Ancak zamandan münezzeh olan Allah için bütün bu asırlar, geçmiş, hâl ve istikbal aynıanda ilim ve şuhud dairesindedir.
Demek “Allah’ın ezeli ilmi” dediğimiz kader; geçmiş zamanda yapılmış bir plan olmayıp, zaman dışı bir plandır. Bütün geçmiş ve gelecek zamanları aynı anda tutan zaman üstü bir ilimdir.
O halde “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem.” sözü son derece batıl bir sözdür. Zira Allah, bizim ne yapacağımızı bilmeden kader defterimizi yazmış ve bizi o yazıya göre hareket etmeğe mecbur etmiş değildir. Bilakis, cüz’i irademizle neyi tercih edecek ve hangi fiili işleyeceksek, ezeliyeti ile bilmiş ve kader defterimize yazmıştır.
Aslında mazeret olarak öne sürülen “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem.” sözü temelde de yanlıştır. Çünkü kader defteri, Allah’ın ilminin bir tecellisidir. İlim ise zorlama sıfatıdeğildir. Bu yazı sadece bir beyandır.
Mesela, biz şimdi şöyle bir yazı yazsak: “Siz yaklaşık on beş dakika sonra televizyonunuzu kapatacaksınız.” Şimdi siz, on beşdakika sonra televizyonunuzu kapatsanız, diyebilir misiniz ki, “Eğer bu yazıolmasaydı ben televizyonumu kapatmazdım…” elbette diyemezsiniz. Çünkü bu sadece bir yazıdır, bir haberdir; zorlama değildir.
Aynen bunun gibi, “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem.” sözü de son derece yanlıştır. Bizlerin fiillerini Allah’ın ilmi yaratmıyor ki, ilmin unvanı olan kader defterini suçlayabilelim.
Bizim fiillerimiz Allah’ın kudretiyle yaratılmaktadır. İlmin bu yaratmada hiçbir tesiri yoktur. O halde nasıl olur da biz, fiillerimizin icadında hiçbir tesiri olmayan kader defterimizi sorumlu tutabiliriz? Bu, olsa olsa kişinin kendini aldatmasından başka bir şey değildir.
Zira bu sözü söyleyen kişiye deseniz ki:
“Niçin okula gidiyorsun, kaderini değiştiremezsin ki, eğer kaderinde doktor olmak varsa, zaten olacaksın, bunun önüne geçemezsin, çalışmasan da doktor olursun. Yok eğer kaderinde doktor olmak yoksa beyhude yoruluyorsun.”
Ya da şöyle desek:
“Niçin dükkânını açıyorsun ki, kaderinde bugün kazanmak varsa, o zaten sana gelir, dükkânını açmasan da olur. Yok, eğer kaderinde bugün kazanmak yoksa dükkânını açsan da kazanamazsın, kaderini değiştirecek değilsin ya.”
Eğer ona bunları söylesek, kaderini değiştiremeyeceğini, bu yüzden okula gitmemesini ve dükkânını açmamasınıtavsiye etsek, hemen savunmasını yapar ve der ki; “Sen çalışacaksın ki, Allah versin…”Ama iş farzları eda etmeğe ya da haramlardan kaçmaya geldi mi, hemen kadere sığınır, teslimiyetçi olur, suçu kadere yükler… Bu, kişinin kendisini aldatmasıdeğil de nedir?
Hâlbuki ezeliyet bahsinde gördük ki, Allah bizi hiçbir günaha zorlamıyor. Sadece, zamanları ve mekânları kuşatan ilmiyle, bizim ne yapacağımızı biliyor ve kader defterimize yazıyor.
Acaba, günahımızı kadere yüklememize sebep olan ve “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem.” dedirten şey, ne yapacağımızı Allah’ın ezeliyeti ile bilmesi mi? Yani, eğer Allah bizim ne yapacağımızı bilmeseydi biz mesul olurduk da, bildiği için mesul olmayacak mıyız? Günahını kadere yükleyen insan ne istediğine bir baksın! Ve bundan utansın!
Buraya kadar verdiğimiz misaller ile Allah’ın “ezeliyetini” anlamaya çalıştık. Ancak şu unutulmamalıdır ki, verdiğimiz bütün misaller, sadece akılların anlamaktan aciz kaldığı bir hakikati yakınlaştırmak için küçük birer dürbündür. Yoksa akıllar, nasıl ki, Allah’ın kudretinin ve azametinin büyüklüğünü hakkıyla anlamaktan acizdir, aynen bunun gibi, Allah’ın ezeliyetini ve bütün zaman ve mekânlara ilminin aynı anda münasebetini de tam idrakten acizdir… Ancak şu sönük dürbünler bile, “Allah kaderimi böyle yazmış, benim suçum ne?”sözünün ne kadar batıl olduğunu anlatmakta ve meselenin tam anlamıyla anlaşılmasını sağlamaktadır.
Allah’ın ezeliyeti ile birlikte, “ilmin maluma tabi olduğu” kaidesi de anlaşılınca, kader hakkında cevapsız zannedilen bütün soruların, birden cevaplarını bulduklarını göreceksiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder